Günümüz dünyasında “anne” olma dürtüsü doğanın gerektirdiği gereksinimlerin dışında kaç türlü beklenti ve hesabın sonucu olarak beliriyor bilinmez… Ancak bu “muhteşem” bir o kadar da iniş çıkışlarla dolu yolculuğun ilk uçuşuna kesilen biletin faturası daha ilk günlerden anne adayına yükleniyor.

Hele de büyük şehirlerin “okumuş” annelerinin bugüne değin her konuya “proje” başlığında yaklaşmış olması, her yeni adımı kariyer planlarında başarılması gerekli bir adım olarak görmeye programlaması bu yeni anne modelini biraz daha zorluyor.

-Ben anne olduğumda …’ u kesinlikle yapmayacağım…

-Benim yetiştirdiğim çocuk…

Şeklinde başlayan cümlelerin ön hazırlık yaptığı hamilelik öncesi ve anneliğin ilk yılları akıp giderken anneliğin; yaşanırken öğrenilen ve doğal akışında her daim beklenmedik deneyimlerle dopdolu bir akış olduğunu kaçırıyoruz çoğu zaman…

Hangi yüzyılda anne adaylarının doğmamış çocukları üzerine bu kadar fazla “don biçtiği” konusunda ciddi soru işaretleri var… Açıkçası geçtiğimiz dönemlerde anne adaylığı olarak adlandırabileceğimiz sürecin neye karşılık geldiği bile tam olarak anlaşılmazken bugün hepimizin top yekûn içinde olduğu çıkmaz bizleri ve çocuklarımızı nereye doğru götürüyor? Acaba bin dokuz yüz ellilerde, altmışlarda veya yetmişlerde bir kadın, doğacak çocuğunun gideceği anaokulunu “çocuğu doğmadan” gezerek fikir sahibi oluyor muydu? Herhangi bir kurumda üç yaşındaki çocuğuna eskrim öğretiyorlar diye Gayrettepe-Beykoz arasında her gün mekik dokutturuyorlar mıydı? Ya da doğar doğmaz bizim çocuğumuz yabancı dil bilerek ilkokula başlayacak, on beş yaşına geldiğinde ikinci yabancı dili öğrenecek ve üniversiteden çıktığında da üçüncü yabancı dili şakıyacak diye hiç doğal ortamı olmayan bir yabancı dili;

-Kızım /oğlum YAPMAAAA… Diye bağrınırken bile “Don’t do thaaaat…” edasıyla haykırıyordu…

Bu konuda çuvaldızı anneye batırıyorum gibi gözükmesin lütfen… Çünkü genel olarak babalar da bu konuda annelerin uydusu oluyor gözlemlediğim kadarıyla…

Doğa, neden yeni doğmuş bir yavruya bir yetişkinin kılavuzluğunu veriyor? Memeli canlıların hemen hepsi (genellikle dişileri) “annelik duygusuyla” tanışıyor. Ara bir tür olan keseliler de de benzer bir yapılanma var. Hatta yumurtalı canlıların bazı türleri de yumurtlamadan sonra yavrularını şefkatle koruma yolunu seçiyor. Genellikle tek defada az sayıda yavrulayan türler ve doğada bir arada oldukları tehlikeler; bu bakım ve himaye sürecini etkiliyor. Ancak genel olarak insan türü annelik sürecini toplumsal yaşantımızın bir parçası olarak ölene dek sürdürüyor…

Tekrar sorumuza yönelirsek; doğa, doğan yavruya yeni katıldığı ortamda varlığını sürdürebilmesi için gerekli akışkan bilgiyi, beceriyi kazansın, türü ve doğal ortamı ile ilgili gereken ön tanışmayı sağlasın diye ortak özellikleri en fazla olan “ebeveyn” lerini kılavuz olarak atamıştır. İnsan türü için bu iş biraz daha karmaşık gibi görünse de; bunu bir timsaha veya kanguruya sorma imkânımız olmadığı için varsayımlar üzerinden fikir yürütebiliriz.

Yeni doğan bebeğimiz öncelikle sağlıklı bir bedene ve ruhsal yapıya sahip olsun istiyoruz. Bunun için gerekli beslenme ve sağlık koşullarını kendi imkânlarımızın tüm kaynaklarını seferber ederek sağlamaya çalışıyoruz. Gereken tüm ıvır zıvır sağlık ve beslenme kitlerini dünyanın paralarını dökerek ediniyoruz (bunlar arasında çoğu zaman kullanılmayan bebek telsizleri, biberon stelizatörleri, bebek banyosu aparatları, mama karıştırıcıları vs. /vs.). Madde 1 tamam…

Ardından; deli gibi çalışmaya zaman ayırmaktan dolayı körelmiş sosyal ilişkilerimiz göz önüne alınırsa zor maddelerden birine sıra geliyor: bu da çocuğumuzun sosyalleşme ihtiyacını giderme halleri… İlk adım olarak çevredeki apartman, site veya parktan arkadaş temin etme durumu baş gösteriyor. Birkaç başarılı-başarısız denemeden sonra bundan da yılıyorsunuz çünkü “sizin uygun gördüğünüz ebeveynin programı sizinkine uymuyor, zamanı uyan aileler sizin kriterlerinize uymuyor”. Ardından yine dünyanın paralarını dökerek steril ortamlarda hazırlanmış “oyun grubu” arayışına giriyorsunuz. İki saatlik planlı oyun için İstanbul gibi bir şehirde trafiğe can siparene atılıp çocuğunuza arkadaş ortamı sağlamış oluyorsunuz. Bu arada çocuk, o saatte orda olmak veya ortama katılmak istemediğinde “epey bir bedel ödediğiniz” ve uzmanların “bunun doğal bir süreç olduğu, çocuğa rağmen direnmeniz gerektiği” söylendiğinde her şeye rağmen ısrarla saatinizi doldurarak evinize dönüyorsunuz. Çocuk yorulmuş, bazen de hırçınlaşmış ve siz de bitap düşmüş olarak Madde 2 yi de tamamlamış oluyorsunuz.

0-3 yaş döneminin bazı enstantanelerine kısa bir bakış attıktan sonra biz bu anneliğin neresindeyiz? sorusuna yanıt bulan anneleri şiddetle arıyorum. Yukarıdaki maddeler her saniye birin in içinde başka bir trajikomik hali doğursa da ben burada noktalamak istiyorum.

Son olarak söyleyeceğim: Ortalama bir insan bir bedenle bu dünyada bir tek yaşam sürüyor. Bir anne ise kendi olma haliyle kaç çocuğu varsa o kadar yaşamı koklama, dokunma ve tatma imkânı buluyor. Çocuklarımızla kendi çocukluğumuza tekrar yolculuk yapıp çapraz alanlar yaratabiliyoruz.

Burada kaybolmamak dileğiyle…